20 Temmuz 2013 Cumartesi

Ağda Günü

Kendi kendine ağda yapmak durumunda olan ve yalnız yaşayanlar bilirler. Görüş açısında olmayan vücut bölümlerinden, o anarşist tüylerdir en büyük dert. Üsttekiler sağ tarafa doğru baktığından sola doğru çekilmesi gerekir, hemen bir santimetre aşağısındaki tüyün yönü ise aşağıya doğrudur, yukarı doğru çekilmesi gerekir. Eğer ki, bu iki ayrı bölgedeki tüyler tek bir bez yardımıyla tek bir yönde çekilirse, morluklar kaçınılmazdır.

Bunu neden yazdım? Aslında diyeceğim ''yalnızlık zor şey'' idi fakat örnekle başlamam daha uygun olur diye yarım saat önceki kolumun arka tarafında kalan o her biri bir yöne gidip kendi kafalarına takılan tüylerle başetmeye çalışırken gözlerim doldu birden. Elde sir ağda makinesi, taa omza kadar kendini ağdalayıp, akabinde ''ben bunu şimdi hangi yöne çekeceğim, bi ev arkadaşı, anne, teyze, ya da becerikli bi sevgili falan olaydı arka tarafları ona yaptırırdım'' diye düşüncelere dalmak... En sonunda ters yöne çekilen tüylerin sebep olduğu bir sürü morluklara sahip olmuş bir halde ağdayı noktalandırmak... Sonra bir de ne farkedesin? Evde sir ağda temizleme yağı kalmamıstır, ama aklına sıvı yemek yağı gelir hemen. Yalnızsındır, birini gönderip bir koşu parfumeriden aldıramazsın, mecbur kullarsın ayçiçek yağını. Pehlivan gibi yağlarsın ağdalı taraflarını en azından evde ayçiçek yağı bitmemiş diye şükrederken.

İlk kez yurtdışına çıkacağım zaman, 2009'da, annemden ayrılınca onu özleyeceğimden çok, (maddi manevi) arkamı toplayan o kurtarıcımdan ayrılacağım diye bir korku hissi çökmüştü üzerime. Becerebilir miydim? Hem evimi temiz tutacak, hem çamaşır, bulaşık yıkayacak, hem derslerimi çalışacaktım. Tek kişinin çamaşırından bulaşığından ne olur ki demesin kimse, zira 22 yıl boyunca evde elimi bile sürdürtmedi annem tek bir işe bile. Herşeyi hazır bulan biri için yalnız yaşamanın ilk zamanları tam bir cehennem azabıdır. Evdeyken, gece kalkarsınız su içersiniz, canınız bişeyler atıştırmak da ister, açarsınız dolabı, yersiniz içersiniz, pis bardağı, tabağı, çatalı bırakırsınız lavobaya sabaha puff! Yok olur o bulaşıklar. Karşınıza katılaşmış bi şekilde çıkmamıştır yalnız yaşamaya başlayana kadar o yemek artıkları. 

İlk aylar tencerelerimin içinde kalan yemek artıkları sertleşti diye yıkamaya üşenmem dolayısıyla küflerle tanışmaya başladım. Artık bazen o organizmalar öyle bir hal alıyordu ki, ''canlılar artık bunlar, onlar da benimle yaşıyor, yıkasam onları öldürmüş olacağım, kıyamam ya'' derken yakalıyordum kendimi. ilk bir buçuk yıl, odam tam anlamıyla leş gibiydi. Dışarıdan görenler hayatta tahmin edemezlerdi odamın ne halde olduğunu. Parfümünden, makyajına, kıyafetinin ütüsüne kadar herşeyi tam olan bi insandan beklenecek birşey değildi elbette. Zamanla çamaşır denen illetle aramı düzeltsem de, her yeni yemek yapma maceram bana yeni bir evcil hayvan olarak geri dönüyordu. Mikroorganizmalara isim takar hale gelmiştim. 

Yemek yapmak tam bir işkenceydi. Önüme 22 yıl hazır yemek gelmiş, anne sofrayı hazırlarken kıyamıyor, ''aman sen ders çalışıyorsun yorgunsundur kızım, otur'' diyor, sonra pat diye kendi kendini doyurmak zorunda kalıyorsun bunca zamandan sonra. Çözüm? Makarna, omlet, pizza, hazır çorba, sushi. Sushiyi haftada iki kereye çıkartmıştım biara, param çok mu boldu da sokağa atıyordum? Hayır. Ama annem ''balık ye evladım'' diye söylenip duruyordu, benim de en kolayıma gelen de sushiydi. Evde alıp balık yapmak hayatım boyunca beceremeyeceğim bişeydi sanki o zamanlar.

Şimdi üzerinden öyle uzun zaman geçmiş, öyle değişmişim ki... Nerede o yemek yapmayı, temizliği bilmeyen insan, nerede evinin yerleri dezenfekte olsun diye çamaşır sularıyla ovan, temizlik yaparken bir de şekerpareyi, tavuklu pilavı aradan çıkaran insan. 

İnsan değişiyor. Alışkanlıkları, becerileri, çalışkanlığı, bakış açısı, herşeyi değişiyor hayatta. Tek değişmeyen maalesef yalnızlığa karşı tutumumuz. O zamanlar yalnızlıktan korkumun nedeni beceriksizlikti, şimdiyse zayıf olduğum anlarda bir omuz arayışı. Ağdanın bıraktığı bu morluklar belki de bu ağda konusundaki değişmeyen beceriksizliğime karşılıklı gülebileceğim bi insanın varlığıyla daha çekilebilir bir hal alacaktı belki. Ben kolumu morartacaktım yine elbette, hatta o deneyecek o da morartacaktı belki ama sonra gülüp geçecektik beraber. Moraran yerden öpüp, ''şimdi geçti mi'' diyecekti, ben de ''geçti'' diye kıkırdayacaktım o üzülmesin diye. 22 yıl boyunca moraran yerleri öpecek bir annenin, yalnızlığımda ''hadi buluşalım'' diyebilecek kadar yakınımdaki dostların varlığını öyle özlüyorum ki... Yabancı bir ülke... Diline, dinine, kültürüne aşina olmadığın onlarca insan... Tam ''artık alıştım, Türkiye'ye gidince orada zorluk çekerim artık'' diyecek kıvama geliyorsun ki... Canın kadar sevdiğin insanların bir telefonla buluşabileceğin mesafede olmadığı geliyor aklına. Zamanla herkes iş hayatı, evlilik vs derken unutuyor uzaktakini ve sen 22 yılı sıfırlayıp yeni baştan dostluklar kurmaya çabalıyorsun düşe kalka...

Ah o anarşist tüyler... Ah o morarttığım etlerim... Tek derdim sizler olsanız keşke...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Gün biterken...


Bir gün daha bitmek üzere. Berbat geçen bir histoloji sınavı... Mahkeme suratlı bir biyokimya hocasıyla 4 saatlik dersten çıkmış olmanın stresi... Yakın arkadaş denilen insanla araya giren soğukluk, güneşsiz uyanılan ve dahi kapalı devam eden bir havaya sahip bu soğuk şehirde kendimi nasıl neşelendirebilirim çabası... Eve gelip yurdun sularının 24 saat kesik olduğunu öğrenmemle girdiğim kriz...  

Baktım 24 saat sussuz geçirmek kaderde var, gittim 9 litre su aldım geldim aşağıdaki marketten. Yurdun hemen aşağısında minik bi bakkal tarzı bir yer var, sağolsun orda çalışan adam kimin ne yaptığını, ne zaman hangimizin ne sınavı olduğunu, hangimizin depresyonda hangimizin diette hangimizin partilerde sabahladığını adı gibi bilir. Gittim, suları aldım, o anda baktım beni inceliyor. Bozuntuya vermeden hal hatır sordum. ''Dünkü hangover halin geçmiş, kendine gelmişsin'' dedi dalga geçercesine. O an başımdan aşağı kaynar sular indi. Evet, dün üzerimde geceden kalma bluzum, silinmeye yüz tutmuş hafiften akmış makyajımla sabah sabah bir hararetle su almaya koştuğumda o kafayla artık ne anlattıysam, adamla bildiğin bütün gecenin dedikodusunu yapmışız. Bir de bugün sınav dolayısıyla ceket bile giymişim, ciddiyetim doruklarda. Yani bugünkü o aklı başında kızcağızdan hayatta dün o halde olmasını beklemez kimse. Ciddi görüntümün de yardımıyla hemen durumu toparlayıp muhteşem manevralarla kibarca yuvarlak cevaplarla adamı susturdum. Cesaret edip, dünün daha detaylı bir değerlendirmesini yapamadı yüz bulamayınca tabii. Sularımı kucakladığım gibi çıktım dışarı.

Kelebek etkisi filmini bilmeyen kalmamıştır herhalde. Geçen hafta bu filmi kenarından köşesinden hatırlatan bir film izledim. ''Mr. Nobody''... Film iki buçuk saatlik hakikaten izlenilen her bir dakikasının hakkını veren bi şaheser ama uzun uzadıya sinemasal açıdan değerlendirmeye ne entellektüelitem izin verir, ne de zamanım yeter... İzlemiş olanlar bilirler ki o filmden kalkan herkesin kendi kendisiyle saatlerce süren bir hesaplaşmaya başlayacağı gerçeği mevcuttur. Aklınıza binbir türlü soru gelir...

''Ya o yolu değil de bunu seçseydim?''

''Ya buraya gelmemi sağlayacak sebeplerim olmasaydı da eski üniversitemde kalsaydım?''

''Ya o gün markete gitmek için 5 dakika erkenden kapıdan dışarı adımımı atsaydım?''

Kulağa çok saçma gelen bu soruların hikmeti film izlenip bittikten sonra anlaşılıyor. 

Basit bir barbekü partisine aldığım daveti iki kez reddetmemle başlayan serüven eğer o gün yatağımın içinde uyuyakalmayı seçecek olsaydım bambaşka birşekilde sonuçlanabilirdi. O gün hayatıma giren insanlar hala daha benimle çok yakında nefes alsa da varlığından bile haberdar olmayacağım insanlar olarak kalabilirlerdi mesela. Ya da bilmeden sebep olduğum onca değişiklik olmayabilirdi evrende. Ben dışarı çıkmazdım o gece, benimle tanışan insanlar ben yerine belki barda oturan bir başka insanla  tanışırdı. Diğer kız gayet yakın davranıp dans ederdi mesela, ona asıl yaklaşması gereken adamsa bambaşka bir kadına giderdi. Böyle zincirleme kaç yanlış eşleşmelere sebep olurdum kim bilir... Belki de tam tersi... Gitmeseydim o gün orada bir kişi hayatına girecek doğru erkekle tanışacaktı belki... Öyle çok olasılık var ki oturup düşündüğümde. En yakın arkadaşımla giderken tartışıp araya soğukluk girmezdi mesela o gece evde otursaydım. O soğukluk neticesinde daha bir yakınlaştığım başka bir arkadaş grubuyla harika vakit geçirmezdim...

Yani neymiş? Yaratıcı bir yandan alırken, diğer yanda aldığının yerini hep en iyisiyle doldurmakla meşgulmuş aslında. Şuan kaybettiklerime oturup gözyaşı dökerken, aslında ''Herşeyde bir hayır vardır'' gelenekselliğinden uzaklaşmış, kaybolmuşum nedense... O kadar uzun süre olmuş ki sahip olduklarıma şükretmeyeli, ya da bardağın dolu tarafına bakmayalı... 

Kanatlarının titreşimiyle bir yerlerde fırtınaya neden olabileceklerinin farkında olmadan huzur içinde yaşayan o minik kelebekler kadar farkındalıktan uzak, bir oraya bir buraya savrulmak istiyorum. ''Nasıl olacak, ne yapmalı, acaba ne derler?'' sorularından bihaber yaşamaya devam edebilmek, insanları deli edecek bir vurdumduymazlıkla atlamak herşeye... Evet, sanırım tek ihtiyacım bu...

***

Artık günü, binbir çeşit doku fotoğrafı ve kitaplarla yakın ilişki içerisinde bitirme zamanı... 

Sınavdan sonra da bu sevgi pıtırcığı pozitif ruh halim devam eder umarım...


19 Mayıs 2013 Pazar

''Ne diyecekler'' insanı...


Kimseye yaranılmıyor bu hayatta. Herkese çok iyi davranırsın, arkandan samimi değil derler. Herkese soğuk davranırsın, burnu havada derler. İnsanına göre davranırsın adam seçiyor derler. İçinden geldiği gibi davranırsın, değişken ruh hali var derler.

Yakın zamanda üniversite değiştirmem dolayısıyla yaşadığım ülkenin bir başka şehrine geldim. Yeni insanlar, yeni çevre, yeni bir başlangıç... Başlarda herşey muhteşemdi. Humanist bir insansanız eğer, serde aptallık da varsa herkesi bağrınıza basıp o gösterdikleri yüzlere öyle güzel kanarsınız ki... Ah yalnızlık korkusu! Tek çocuk olmanın getirdiği o ''etrafımda her daim insanlar dolup dolup taşsın'' aşkı... 

Sandım ki ben kime kucağımı açtıysam, onlar da bana aynı samimiyetle sarılıyorlar. Sandım ki, bu yeni şehir herkesin herkesle sevgi yumağı oluşturduğu muhteşem bir şehir... Ah saf Mademoiselle! 

Günler geçti, sevgi yumağından yavaş yavaş kötü kokular çıkmaya başladı. Beraber muhteşem bir arkadaşlık ilişkisinde olduğunu sandığım insanlar aslında arkalarından nasıl atıp tutuyorlardı?! Anlaşılır gibi değil! Bir örnek... Bizim sınıfta benimle beraber bu okula başlayan bir çocuk. Özelliğiyse, herkese çok içten, dostça davranması, heryerde çok çabuk çevre edinmesi, hiç düşmanı olmaması vesaire... Eğer insan ilişkilerinde mükemmel bir insan göstermem gerekirse hiç düşünmeden bu herkesin sevgilisi olan çocuğu gösterir işaret parmağım. Gel gelelim ki bu çocuğun bile arkasından konuşuluyor, inanılır gibi değil. Diğerlerinden biraz daha yakın olduğum bir kız arkadaşım gelip bana onun herkesle çok iyi geçindiğini anlatıp, samimiyetinden şüphe ettiğini anlattı uzun uzun. O kadar canla başla kötülüyordu ki bu herkese çok kibar davranan çocuğu, birden ben bile ''Nasıl bir çocuk yetiştirmiş bunun ailesi, yuh, böyle de olmaz ki!'' modunda kıza hak verirken buldum kendimi. Ta ki  bikaç dakika içinde kendime gelene kadar.

Yaradılış itibariyle iki ihtimal vardır insan ilişkilerimde. Ya severim, ya sevmem. Ortası olmaz. Ya soğuk davranırım, ya da aşırı yakın olurum. Ya da olurdum diyelim, artık değişmeye çalışıyorum. Neyse, konumuz bu değil. Şöyle bir düşündüm arkamdan söylenebilecekleri;

*''Dengesiz, birgün çok yakın, birgün kendi halinde. Tutarsız.''
*''Bipolar. Ya çok neşeli, ya çok suskun. Ortası yok. Varsa da biz göremiyoruz. ''
*''Alıngan. ''
*''Umursamaz...''
*''Değişken. Kararlarında bir tutarlılık yok, 5 dakika önce akşam dışarı çıkmıyorum deyip, 5 dakika sonra makyaja başlar, makyaj bitince vazgeçtim deyip yatağa girer, yatakta dönüp dönüp uyuyamayınca da ''hadi madem çıkayım'' deyip giyinmeye başlar.''
*''Olayları bitarafından anlama eğilimi had safhada. Herşeyi negatif değerlendirmede üzerine yok. ''
*''İnsanlardaki küçük ayrıntılara aşırı takıyor. Ufacık bi ayrıntı o insanı silmesine yetebilir hatta.''
*''Belli dönemlerde had safhada karamsar. Kendisini de çevresindekileri de yiyip bitiriyor.''

Sonra aklıma, bundan 6 yıl önceki Mademoiselle geldi. İnsanlara içinden geldiği gibi davranan, çok da takmayan, rahat yaşayan, sorularla kafasını yormayan, birinden nefret ediyorsa onu yok sayan, ''aman kimse arkamdan konuşmasın''dan çok ''dostum da olsun düşmanım da, ama hepsi saygı duysun.'' kuralını benimseyen Mademoiselle. 

Karakter sahibi olmanın ilk yolu, bir güzel düşman toplamaktan geçiyormuş şu hayatta. Hayatındaki binbir çeşit insanı, binbir şekilde davranıp hoş tutmaya çalışmaktansa; ''ben buyum, işine gelirse'' diyebilmekteymiş saygı görebilmenin anahtarı. ''Aman cevap verirsem kırılır'' deyip, seni kıranlara gülümsemek; onların gözünde değerini düşürmekten başka birşey değilmiş. 

Zaten konuşacak herkes arkandan. Engellenemez bir gerçek bu. Madem öyle, en azından konuştuklarına değsin. Zayıf imajıyla orda burda arkadan konuşturacağına, güçlü imajıyla konuştur ki, insanlar seni kırmaya çalışmadan evvel bir kez daha düşünsünler. 

İşte ilk depresyon günlerimden uyanış yazımda geçen sorunun ana teması buydu. İyileştikçe verdiğim kararlar biraz daha netleşiyor ve eski günlere dönecek gücümün geri geldiğini hissediyorum yavaş yavaş. 

Varsın konuşsunlar... 

İz bırakabildiğimiz sürece varız bu hayatta...

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Dantelli Külot


Açılış yazımın üzerinden günler geçmiş. Çok şükür ağzımın kenarlarının kulaklarıma olan mesafesinin kısa olduğu zaman periyotları artarak daha da iyileştiğimin ve dahi iyileşeceğimin haberini veriyor bi'nevi. Ne demişler çıkmadık candan umut kesilmez... 

Nasıl bir şansa sahipsem küçüklüğümden beri süregelen bir durum söz konusu. Penceremden güneşin girmediği bir güne uyandıysam, o gün kendimi mutlu hissedebilmem neredeyse imkansız. İkiye bölünüp kendi kendime binbir türlü mutluluk sebepleri yaratmakla çözmeye çalışırım bu durumu kimi zaman. Psikiyatrist tarafım hayatımda iyi giden şeyleri önüme sıralar, hasta tarafımsa çaresizlikle kabullenmeye çalışır mutlu olması gerektiğini. Bu öyle beş dakikalık bir sabah sporu şeklinde de kalmaz. Mademoiselle uyanır, güneş yoktur. Balkonun karşısındaki ağaçtan cıvıldayan şırfıntı bir kuş vardır lakin. Sanki yaratıcının teselli olsun diye gönderdiği. Yetmez. Gün ışığıyla uyanmaktır tek ilacı Mademoiselle'in. İstediği oyuncağı annesine aldıramayan çocuk misali mızıldanır uzun süre, direnir içindeki psikiyatriste. Sonra bu düşüncelerle kahvaltısını tamamlar, özene bezene makyajını ve saçını bitirir, o günün gecesinde binbir emekle ütüleyip katlayıp sandalyeye yerleştirdiği kıyafetlerini giyer, okuluna hazır bir şekilde dışarıya adımını attığı anda ise dünyayı takmaz Mademoiselle. Dert yanmaz yakın dostları ve annesi haricinde hiçkimseye. Bilir üzerine yapıştırılacak güçsüz damgasının onu daha da kötü edeceğini. Kendini güçlü kılmanın, kendini saklamaktan geçtiğini öğrenmiştir, öğretmişlerdir... Sabah güneşleri hep Mademoiselle'in üzerine doğar arkadaşlarına sorarsanız, kendisiyse en son ne zaman güneşle merhabalaştığını unutmuştur...

Kendisinden üçüncü şahıs kipiyle bahsedenlere olan nefretimden olsa gerek koca bir paragrafı 3. tekil şahıslarla bezemişim. Neyse, normale dönelim. 

Evet, dün bulunduğum şehrin en büyük alışveriş merkezlerinden birine gittik bir arkadaş ile. Geçen hafta o, sevgilisi, ben okuldan sonra çıkıp yine aynı alışveriş merkezinde birşeyler içmeye gitmiştik. Tam alakasız gibi görünen bir muhabbetin tam ortasında, milkshake'imden kocaman bir yudum alırken birşey farkettim. Benim hiç dantelli külodum olmamıştı. Evet, bildiğin tüm külotlarım sade ten rengiydi. Bir de onları siyah boxerlarla beraber yıkadığımdan renk menk kalmamıştı. ''Deli mi dürttü de o anda aklına geldi?'' diye sormasın kimse. En garip zamanlarda, en saçma muhabbetin ortasında gizliden bir beyin fırtınası başlar bende. Kontrol edemezsin, durduramazsın, sen muhabbete devam edersin, karşındakini gayet de dinlersin, ama o fırtına bir sonuca bağlanana kadar durmaz. Dursa, bu sefer bişeyi yarım bırakmışlık hissiyle terkeder beynin o güzel kıvrımlarını. Her neyse ne diyorduk? Evet dantelli iç çamaşırı tutkumun başladığı dakikalardaydık en son. Tutku? Kimi kandırıyorum? Beni ucundan kenarından tanıyan herkes bilir ne derece tutucu bir kulot yığınına sahip olduğumu. Yani annanemin gardolabını açsanız, benimkilerle karşılaştırsanız, imkanı yok bir fark bulamazsınız, o derece. Sonra düşündüm tabii. ''Kızım sen gerizekalı mısın? Evrene verdiğin mesaj boktan bi kere. Hergün dışarı çıkarken milleti dönüp yüz kere arkandan baktıracak kadar giyimine dikkat ediyorsun ama iş iç çamaşırına geldi mi, 'nasıl olsa görmüyorlar' diye salıyorsun kendini. E evren de sanıyor ki, bu kız sevgili mevgili istemiyor, çekicilikten uzak o annane donlarıyla mutlu. Yok 'kıçıma giriyor yürürken düzeltesim geliyor', yok 'nasıl olsa bi ben görüyorum'... Hangi mal evren senin karşına hayalindeki adamı çıkarsın sen bu mentalitedeyken? Neyse eğildim arkadaşın kulağına, dedim benim bi iç çamaşırı alışverişine çıkmam lazım. Kızcağız eminim neye uğradığını şaşırmıştır ama sağolsun utandırmadı beni. O gün içme faslı bittikten sonra alışveriş merkezinde bir turaladık ama ben kafama göre birşey bulamadığımdan bir başka bahara bıraktım bu nereden çıktığı belirsiz tutkumun üzerine gitmeyi. Arkadaş sağolsun dün tekrar oraya gideceğini söyledi. Sağolsun unutmamış benim cici iç çamaşırı alma isteğimi, ''gel seni de götüreyim'' dedi. ''peki'' dedim, gittik. 

Ufak bir arayıp taramadan sonra birbirinden şirin, kenarları dantelli birkaç tane buldum. Ama ne varki arkası normalde kullandığım kadar geniş değil. Utanmadım sıkılmadım, girdim kabine taytın üzerinde geçirdim denedim. Aman yarabbim... Nasıl cici, nasıl sevimli, nasıl kışkırtıcı... Minicik ama insana bir kendine güven veriyor ki sorma. Hemen aldım, geldim eve. 

Bir iç çamaşırının insanın kendine olan güvenini bu derece etkilediğini bilseydim, hayatta bu zamana kadar ''amaan, kim görcek ki zaten, kimse de yok hayatımda, sal gitsin'' mantığıyla annane donlarıyla dolaşmazdım. Ama bilemedim ki, bu kısır döngüde olay aslında benim erkek arkadaşım olmadığından cicili bicili iç çamaşırı giymediğim değilmiş, olay cicili bicili iç çamaşırı giymediğimden erkek arkadaşım olmamasıymış. Şu yaşıma kadar kim bana hayranlıkla baktıysa hep bir utanma, çekinme, ya da 'abartıyorlardır' mantığıyla geri adım atma söz konusuydu, şu çamaşırları giydim, şimdi herşey 180 derece değişti sanki. 

Pazartesi dönemin son Histoloji sınavına girecek birinin kafayı iç çamaşırlarıyla bozmasının sebebi, sabahları eksik gün ışığıyla uyanmasından başka ne olabilir ki? Bir mutsuzluk krizini de zararsız ziyansız bir şekilde atlattık sayılır, bakalım bir diğerinde neye saracağız...

Buarada... Minicik el kadar külotlara elim kadar etiket koymalarını bambaşka bi saçmalık. Etiketi keseyim dedim, o kestiğim yer tenime sürtündükçe alıp o külodu orta yerinden yırtasım geliyor resmen...

Bu yazının buram buram pms koktuğunu görür gibi olsam da bu ay çok da fazla diplerde dolaşmadığımı farkedip sevindim. Eskiden olsa yataklardan çıkamaz, ''çok yalnızım'' nidaları eşliğinde sınavımın olduğu dersin kitabına sarılarak en tatlı uykularıma dalardım. Şimdiyse yine yatağımın üzerinde olmama rağmen, sırtımla duvarın arasına koyduğum yastığa dayanmış ve yatağa enlemesine bacaklarımı uzatmış bir şekilde gayet aktif bir şekilde hayatıma devam ediyorum. 

Teşekkürler dantelli don...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

15. Gün...


Günlerden cumartesi. Dolu dolu geçen 14 berbat günün ardından hakikaten nefes alabildiğim ilk gün... Hatalardan ders almaya yemin ettiğim, insanlara hakettikleri gibi davranmaya başlamam gerektiğini öğrendiğim zaman periyodunun ilk güzel günü... Yargılanmaktan korkmak, insanlarla iyi geçinmeye çalışmak, insan ayırt etmeden herkese eşit derecede kibar davranmak, herkesi sevmeye ve herkese kendini sevdirmeye çalışmak, ''ne derler?'' korkusuyla hep geri adımlar atmak... ''iyi insan'' olmanın bu ve benzeri kalıplara uymak gerektiğine dair beni inandıranlar, ''aman düşman edinmemek lazım'' mottosuyla beynimi yıkamaya çalışanlar, kendi günahlarını görmeden benim günahlarımı da üzerlerine alanlar, arkamdan konuşup bir şekilde huzursuz olmamı sağlamaya çalışanlar... Hepinizin canı teker teker cehennemin en dibine. 

Hayatımda elde etmek istediğim hemen hemen herşeyi elde etmişken, çevrenin söylemesine göre yüzüne bakılacak kadar albenisi olan bir insanken, annem beni böylesine severken, çevremde beni yargılamadan seven ve kabul eden düzgün insanlar varken, hayalim olan okulu okuyorken, tek eksiğimin hayatımı paylaşabileceğim insan olması dışında herşey çok güzel ilerliyorken, mutlu olmam gerekirken kısacası, ben depresyon denen illetle boğuşuyorum. Oldum olası ya çok hiperaktif bir neşeye sahip oldum ya da diplerde gezindim, ortası olamadı hiç, beceremedim. Annem beni yargılamazken; ''insanlar ne der?'' sorusuyla boğuştum hep. 


Bir gerçeğe inandım oldum olası. Yüzüne bile bakılmayacak, yetenekleri ve zekası sınırlı bir evladı bile, karşı cins ebeveyni bir şekilde onu mükemmel olduğuna inandırırak yetiştirirse onun sırtının yere gelmeyeceği gerçeği hep takılı kaldı aklımın bir köşesinde. Benden daha çirkini, daha az eğitimlisi her zaman benden daha yüksek bir özgüvenle yaklaştı erkeklere, hayata, insanlara. Bir adım önümde oldu hep bu tarz insanlar. Bense, kendimden hiç emin bir şekilde açamadım kendimi insanlara. Karşı cinsle olan ilişkilerde yakışıklı insanlardan elimden geldiğince kaçtım, fazla iyisi bana göre olamazdı çünkü, yeterli değildim hiçbir zaman kendi gözümde. İnsanlar arkamdan konuşup beni sevmeyecekler ve yalnız kalacağım kabusuyla yaşadım kendimi bildim bileli. Kimse arkamdan konuşmasın, kimse benden nefret etmesin istedim içten içe. Ama bilemedim ki, karakter sahibi her insanın dostu olduğu kadar düşmanı ya da sevmeyeni de olmalıydı bu hayatta. Herkesin sevdiği insan, herkese göre değişebilen insan demekti. Ama kördüm. 

Çok insan kaybettim hayatta. O yüzdendir ki, gelene ''bir gün gidecek'' gözüyle bakmak huyum haline geldi. Hep o korkuyla yaşadım. En yakın arkadaşlarımla bağım kopmasın diye dualar ettim hep gözlerim dolarak. Bazıları kabul oldu, çoğu olmadı.

İnsanlar kazandım, insanlar kaybettim. Sevdim, aşık oldum, sevildim, terk ettim. Bazen tüm bu olumsuzlukların hayatımdan gelip geçen kalbini kırdığım erkeklerin ahları olduğunu bile düşündüm aslında. Sonra vazgeçtim. Kalp sadece terk edilerek kırılmıyor çünkü ve ben vermeye mecbur olduğum kararların sonucu olarak yapmak zorunda olduğumu yaptım hep. Çünkü hayat, bana O'nu bir şekilde gönderecekken başkalarıyla vakit harcamayayım istedim. Ama her ne istersen, tam zıttını tokat gibi çarpıyor evren suratına. Hep ''işte sonunda O'nu buldum sanırım''larla başladı o ilk buluşma heyecanları. Olmadı, ikinci buluşma gelmedi çoğunda. Bahane bulmakta iyiydim. Çünkü O olmadığını anlıyordum bir lafından, ufak bir yüz ifadesinden, ses renginden, çatalı tutuş şeklinden ya da giydiği gömleğin yakasının yanlış yerden katlı oluşundan. 

Ayrıntılar önem taşıdı hep hayatımda. Kravatında toplu iğne başı kadar bile olsa bir leke insanı konsantrasyonumu toplayıp dinleyemedim hiç, ya da yemek yerken ağzının kenarına bulaştıracak kadar hızlı ve rahat olan bir insan hep bir adım geri attırdı. Anneme göre ayrıntılara çok takmayıp, erkeği alıp hamur gibi yoğurmak gerek. Ona göre ben, o meşhur gül bahçesi örneğindeki güzel kız gibi davranıp bahçenin sonundaki rengi solmuş güle doğru ilerliyorum hızla en güzellerini geride bırakıp. Ama durum sanılandan çok daha karmaşık maalesef.

Bir adam bulacaksın. Babana benzemeyecek. Onun sahip olduğu her türlü ayrıntıdan uzak olacak. Annen gibi sahiplenecek seni, ama hayatına saygıyı da elinden bırakmayacak. Hamur gibi yoğurulmasına gerek kalmayacak kadar karakteri oturmuş olacak yeri geldiğinde yumruğunu masaya koyabilecek doğruları uğruna ve ''adam haklı'' dedirtebilecek. Bir adam bulacaksın, 25 yılın baba özlemini silecek bir sarılmasıyla, kardeşsizliği unutturacak ve onun yanında olduğun her yeri senin evin gibi hissedeceksin. 

Bu blog, ilişki ve arkadaşlık konusunda doğru insanları bulma yolunda en dibe çökmüş ve artık kendisinin başkaları için doğru insan olup olmadığını sorgular hale gelmiş bir garip doktor adayının; derslerden, laboratuarlardan ve hastanelerden vakit kalıp nefes almaya fırsat yakaladığı süre zarfında başına gelenleri yazacağı dijital bir günlük olarak tasarlanmış olup, ani değişen ruh halinin negatif/pozitif değişimlerini kusacağı bi platform olarak tasarlandı. 

Hayatın tüm renklerine atfolsun...