20 Temmuz 2013 Cumartesi

Ağda Günü

Kendi kendine ağda yapmak durumunda olan ve yalnız yaşayanlar bilirler. Görüş açısında olmayan vücut bölümlerinden, o anarşist tüylerdir en büyük dert. Üsttekiler sağ tarafa doğru baktığından sola doğru çekilmesi gerekir, hemen bir santimetre aşağısındaki tüyün yönü ise aşağıya doğrudur, yukarı doğru çekilmesi gerekir. Eğer ki, bu iki ayrı bölgedeki tüyler tek bir bez yardımıyla tek bir yönde çekilirse, morluklar kaçınılmazdır.

Bunu neden yazdım? Aslında diyeceğim ''yalnızlık zor şey'' idi fakat örnekle başlamam daha uygun olur diye yarım saat önceki kolumun arka tarafında kalan o her biri bir yöne gidip kendi kafalarına takılan tüylerle başetmeye çalışırken gözlerim doldu birden. Elde sir ağda makinesi, taa omza kadar kendini ağdalayıp, akabinde ''ben bunu şimdi hangi yöne çekeceğim, bi ev arkadaşı, anne, teyze, ya da becerikli bi sevgili falan olaydı arka tarafları ona yaptırırdım'' diye düşüncelere dalmak... En sonunda ters yöne çekilen tüylerin sebep olduğu bir sürü morluklara sahip olmuş bir halde ağdayı noktalandırmak... Sonra bir de ne farkedesin? Evde sir ağda temizleme yağı kalmamıstır, ama aklına sıvı yemek yağı gelir hemen. Yalnızsındır, birini gönderip bir koşu parfumeriden aldıramazsın, mecbur kullarsın ayçiçek yağını. Pehlivan gibi yağlarsın ağdalı taraflarını en azından evde ayçiçek yağı bitmemiş diye şükrederken.

İlk kez yurtdışına çıkacağım zaman, 2009'da, annemden ayrılınca onu özleyeceğimden çok, (maddi manevi) arkamı toplayan o kurtarıcımdan ayrılacağım diye bir korku hissi çökmüştü üzerime. Becerebilir miydim? Hem evimi temiz tutacak, hem çamaşır, bulaşık yıkayacak, hem derslerimi çalışacaktım. Tek kişinin çamaşırından bulaşığından ne olur ki demesin kimse, zira 22 yıl boyunca evde elimi bile sürdürtmedi annem tek bir işe bile. Herşeyi hazır bulan biri için yalnız yaşamanın ilk zamanları tam bir cehennem azabıdır. Evdeyken, gece kalkarsınız su içersiniz, canınız bişeyler atıştırmak da ister, açarsınız dolabı, yersiniz içersiniz, pis bardağı, tabağı, çatalı bırakırsınız lavobaya sabaha puff! Yok olur o bulaşıklar. Karşınıza katılaşmış bi şekilde çıkmamıştır yalnız yaşamaya başlayana kadar o yemek artıkları. 

İlk aylar tencerelerimin içinde kalan yemek artıkları sertleşti diye yıkamaya üşenmem dolayısıyla küflerle tanışmaya başladım. Artık bazen o organizmalar öyle bir hal alıyordu ki, ''canlılar artık bunlar, onlar da benimle yaşıyor, yıkasam onları öldürmüş olacağım, kıyamam ya'' derken yakalıyordum kendimi. ilk bir buçuk yıl, odam tam anlamıyla leş gibiydi. Dışarıdan görenler hayatta tahmin edemezlerdi odamın ne halde olduğunu. Parfümünden, makyajına, kıyafetinin ütüsüne kadar herşeyi tam olan bi insandan beklenecek birşey değildi elbette. Zamanla çamaşır denen illetle aramı düzeltsem de, her yeni yemek yapma maceram bana yeni bir evcil hayvan olarak geri dönüyordu. Mikroorganizmalara isim takar hale gelmiştim. 

Yemek yapmak tam bir işkenceydi. Önüme 22 yıl hazır yemek gelmiş, anne sofrayı hazırlarken kıyamıyor, ''aman sen ders çalışıyorsun yorgunsundur kızım, otur'' diyor, sonra pat diye kendi kendini doyurmak zorunda kalıyorsun bunca zamandan sonra. Çözüm? Makarna, omlet, pizza, hazır çorba, sushi. Sushiyi haftada iki kereye çıkartmıştım biara, param çok mu boldu da sokağa atıyordum? Hayır. Ama annem ''balık ye evladım'' diye söylenip duruyordu, benim de en kolayıma gelen de sushiydi. Evde alıp balık yapmak hayatım boyunca beceremeyeceğim bişeydi sanki o zamanlar.

Şimdi üzerinden öyle uzun zaman geçmiş, öyle değişmişim ki... Nerede o yemek yapmayı, temizliği bilmeyen insan, nerede evinin yerleri dezenfekte olsun diye çamaşır sularıyla ovan, temizlik yaparken bir de şekerpareyi, tavuklu pilavı aradan çıkaran insan. 

İnsan değişiyor. Alışkanlıkları, becerileri, çalışkanlığı, bakış açısı, herşeyi değişiyor hayatta. Tek değişmeyen maalesef yalnızlığa karşı tutumumuz. O zamanlar yalnızlıktan korkumun nedeni beceriksizlikti, şimdiyse zayıf olduğum anlarda bir omuz arayışı. Ağdanın bıraktığı bu morluklar belki de bu ağda konusundaki değişmeyen beceriksizliğime karşılıklı gülebileceğim bi insanın varlığıyla daha çekilebilir bir hal alacaktı belki. Ben kolumu morartacaktım yine elbette, hatta o deneyecek o da morartacaktı belki ama sonra gülüp geçecektik beraber. Moraran yerden öpüp, ''şimdi geçti mi'' diyecekti, ben de ''geçti'' diye kıkırdayacaktım o üzülmesin diye. 22 yıl boyunca moraran yerleri öpecek bir annenin, yalnızlığımda ''hadi buluşalım'' diyebilecek kadar yakınımdaki dostların varlığını öyle özlüyorum ki... Yabancı bir ülke... Diline, dinine, kültürüne aşina olmadığın onlarca insan... Tam ''artık alıştım, Türkiye'ye gidince orada zorluk çekerim artık'' diyecek kıvama geliyorsun ki... Canın kadar sevdiğin insanların bir telefonla buluşabileceğin mesafede olmadığı geliyor aklına. Zamanla herkes iş hayatı, evlilik vs derken unutuyor uzaktakini ve sen 22 yılı sıfırlayıp yeni baştan dostluklar kurmaya çabalıyorsun düşe kalka...

Ah o anarşist tüyler... Ah o morarttığım etlerim... Tek derdim sizler olsanız keşke...